Reklam kod içeriği yüklenmemiş.
Dilek Tuna Memişoğlu
Köşe Yazarı
Dilek Tuna Memişoğlu
 

Anadolu Kokulu Yazılar -10- Savaşın Kaç Yüzü Var?

Asker, kolunu sıyırıp geçen kurşunun verdiği korku, şaşkınlık ve acının ardından, soluklandığı siperde kanayan yerini bastırıp arkadaşlarını beklerken, içindeki yangını söndürürcesine bir matara suyu bitirdi. Boynuna asılı cüzdanını çıkardı, açtı, şeffaf bölmedeki fotoğraflarda gezdirdi kan değmiş parmaklarını. İki yıl önce evlendiği karısı, kucağında parmağını emerek gülümseyen oğlu… Aylardır görmüyordu onları…  Oğlunun saçlarını koklayamıyordu. Karısına sarılamıyordu… Savaşın içinde, sokaklarda, orada burada kadınlar, çocuklara rastlıyordu.  Çaresiz, yorgun, korkarak bakan… Daha geçen akşam hedefi şaşırıp bir hastaneye düşen bombanın parça parça ettiği çocuk ve kadın bedenlerini düşündü sonra…   Kadın, bombardıman sirenlerini duyunca çocuklardan biri kucağında, diğeri elinde koşturmaya başladı. Karanlıkta önünü zor görüyordu. Sığınağın merdivenlerinden inip, yerlerde oturan, yarı uzanan, insanların içinden geçti. Uygun bir yer bulunca sırtındaki paltoyu çıkardı, yere serdi. Büyük olanı oturttu.  Küçüğü kucağında uyuya kalmıştı. Onu da yavaşça yatırdı. Üstüne hırkasını örttü. Havanın ayazına rağmen, sırtından ter boşalmıştı. Biraz nefeslenince sığınaktaki insan kalabalığının uğultusunu daha çok duymaya başladı. Burnuna gelen yanık et, ter, kan, idrar kokularına, toz dumana aldırmadan derin bir nefes çekti içine. Kocasını düşündü. Savaş başladığında belli bir yaşın üstündeki tüm erkekler gibi orduya katılmıştı. Ancak uygun olduğu anlarda sesini duyabiliyordu, o da sadece “Nasılsınız iyi misiniz?” den öteye geçmiyordu… Anne-babasını, kardeşlerini, akrabalarını düşündü sonra… Hepsi bir yerlerde kalmıştı. Herkes kendi derdine düşmüştü.  Can tatlıydı, pek tatlıydı.  Yaşamak güzeldi. Huzurla nefes almak, uyumak… Savaşta anne olmak zordu.  Ciğer yangısıydı… Kadın, uyuyan çocuğunun üstünü pekiştirirken, o gün karınlarını doyuracak ekmeği, içecekleri suyu nasıl bulacaklarını düşünüyordu bir yandan. Dışarıyı dinledi. Bombardıman durmuş muydu acaba?  “Çocukları birine emanet etsem de biraz yiyecek aransam” diye iç geçirdi…   Çocuk, sokakta ilerleyen tankları ve silahlı askerleri görünce, kendi kurşun askerleri, oyuncak tankları aklına geldi. Çok seviyordu onları. Her fırsatta kutusundan çıkartıyordu.  İki gruba ayırıyordu. Bir tarafta biraz asker ve tank, öbür tarafta diğerleri… Ortaya bilyelerini diziyordu. Sonra savaştırıyordu onları. Kendince bomba, silah ve insan sesleri çıkarıyordu. Vurulan askerleri yere düşürüyordu… Önünden sıra sıra tank ve askerler geçerken kurduğu düşün içinde oyuna dalmıştı.  Tam o sırada bir asker ona ve sokakta bekleşenlere anlamadığı bir dilde bağırmaya başladı. Boşta kalan eliyle öyle bir itti ki çocuk yerde buldu kendini.  Dizi, kolu betona değince sıyrılmıştı, kanıyordu. Acı ve korku içinde doğrulmaya çalışırken, parmağıyla kanına dokundu, baktı kaldı. Oyunundaki askerlerden hiç kan akmıyordu halbuki, ölseler de sadece öyle yatıyorlardı yerde. Sonra annesine gitmek istedi, yarasını göstermek… Ağlamak istiyordu, sesini içine bastırdı. Kargaşanın ortasında arandı kendini sarmalayacak kucağı…   Ağzında oradan oraya defne yaprağıyla barış taşımakta olan güvercin, bir su başında soluklanıp, bembeyaz kanatlarını boyayan kanları yıkarken “Yoruldum artık” diye dertlendi. “Yoruldum savaşların içinde barışa simge olmaktan.” “Şu güzelim mavilik, şu cennet dünyada barışın adı niçin kana bulanır durur bilmem ben. Aklım ermez bu insanın işine.” “Ben sadece özgürlük der dururum, barışa doğru uçarım her daim.”   Gökyüzünden parlayıp, yeryüzünü ışığa boyayan güneş, gecenin bekçisi ay, aşağılara bakar durur da anlamazlar verdikleri aydınlığı karanlık ve kanla kaplamaya hevesli insanlığı… Her gün yeniden, en taze halleriyle doğarken, “İşte bugün insanlar gülecek ve barışacak birbirleriyle” diye dilek tutarlar el ele.   Toprak, üstünde patlayan bombaları, göğü delip geçen çığlıkları, durmaksızın akan kanları gördükçe, biraz daha ufalanıyordu kendi kendine. “Bu kaçıncı?” diyordu. “Dünya kurulalı beri kaçıncı savaş?  “Daha doymayacak mısın ey insan? Sen can yakmaya gelmedin ki bu yeryüzüne.  Gülmek yakışır acı yerine o güzel yüzüne. Uğrunda savaştığın şey zaten alacak seni. Ne yaparsan yap, öldüğünde kendi bedenin kadar bir yerin var bu dünyada. Nedir bu hırs, bu acımasızlık?” “Nedir bu alıp veremediğiniz birbirinizle?”   Bu satırların yazarı, yanı başında başlayan ve sürüp giden savaşın görüntülerini üzülerek izledi. Daha önce de ekranlardan türlü savaşlara şahit olmuştu.  Kendisi de büyük bir Kurtuluş Savaşının içinden geçen ülkenin evladıydı. Çanakkale’de savaşıp gazi olmuş dedenin torunuydu. Ekrandan ne kadarı doğru ve tam gösteriliyorsa artık, savaşın insanın içine acı salan yüzünü izliyordu. Çaresiz insanları, anaları, babaları, çoğu ne için savaştığını bilmeyen askerleri; düşen bombaların sesini, ışığını, kanlı, yaralı, ölmüş insan vücutlarını… Göç yollarında sersefil kalanları, yersiz yurtsuz oraya buraya savrulanları… Tüm bunları, bir parça daha toprak almak, para yığmak, hırs, ihtiras, acımasızlıkla tasarlayan, yöneten kirli yürekleri. Yiten yaşamları, ülkeleri… Işıltılı pırıl pırıl caddelerin, binaların, kül yığınlarına dönüşmesini izliyordu.  “Elimden ne gelir acaba?” diye düşünüyordu bir yandan. Ve yazmak istedi… Kalem kılıçtan keskindir ümidiyle… Bir gün sadece barışı yazacağı hayaliyle, oturup bu cümleleri kurdu…
Ekleme Tarihi: 12 Nisan 2022 - Salı

Anadolu Kokulu Yazılar -10- Savaşın Kaç Yüzü Var?


Asker, kolunu sıyırıp geçen kurşunun verdiği korku, şaşkınlık ve acının ardından, soluklandığı siperde kanayan yerini bastırıp arkadaşlarını beklerken, içindeki yangını söndürürcesine bir matara suyu bitirdi.
Boynuna asılı cüzdanını çıkardı, açtı, şeffaf bölmedeki fotoğraflarda gezdirdi kan değmiş parmaklarını.
İki yıl önce evlendiği karısı, kucağında parmağını emerek gülümseyen oğlu…
Aylardır görmüyordu onları… 
Oğlunun saçlarını koklayamıyordu. Karısına sarılamıyordu…
Savaşın içinde, sokaklarda, orada burada kadınlar, çocuklara rastlıyordu. 
Çaresiz, yorgun, korkarak bakan…
Daha geçen akşam hedefi şaşırıp bir hastaneye düşen bombanın parça parça ettiği çocuk ve kadın bedenlerini düşündü sonra…
 
Kadın, bombardıman sirenlerini duyunca çocuklardan biri kucağında, diğeri elinde koşturmaya başladı. Karanlıkta önünü zor görüyordu.
Sığınağın merdivenlerinden inip, yerlerde oturan, yarı uzanan, insanların içinden geçti. Uygun bir yer bulunca sırtındaki paltoyu çıkardı, yere serdi. Büyük olanı oturttu. 
Küçüğü kucağında uyuya kalmıştı. Onu da yavaşça yatırdı. Üstüne hırkasını örttü.
Havanın ayazına rağmen, sırtından ter boşalmıştı. Biraz nefeslenince sığınaktaki insan kalabalığının uğultusunu daha çok duymaya başladı. Burnuna gelen yanık et, ter, kan, idrar kokularına, toz dumana aldırmadan derin bir nefes çekti içine.
Kocasını düşündü. Savaş başladığında belli bir yaşın üstündeki tüm erkekler gibi orduya katılmıştı. Ancak uygun olduğu anlarda sesini duyabiliyordu, o da sadece “Nasılsınız iyi misiniz?” den öteye geçmiyordu…
Anne-babasını, kardeşlerini, akrabalarını düşündü sonra…
Hepsi bir yerlerde kalmıştı.
Herkes kendi derdine düşmüştü. 
Can tatlıydı, pek tatlıydı. 
Yaşamak güzeldi.
Huzurla nefes almak, uyumak…
Savaşta anne olmak zordu. 
Ciğer yangısıydı…
Kadın, uyuyan çocuğunun üstünü pekiştirirken, o gün karınlarını doyuracak ekmeği, içecekleri suyu nasıl bulacaklarını düşünüyordu bir yandan.
Dışarıyı dinledi. Bombardıman durmuş muydu acaba? 
“Çocukları birine emanet etsem de biraz yiyecek aransam” diye iç geçirdi…
 
Çocuk, sokakta ilerleyen tankları ve silahlı askerleri görünce, kendi kurşun askerleri, oyuncak tankları aklına geldi.
Çok seviyordu onları. Her fırsatta kutusundan çıkartıyordu.  İki gruba ayırıyordu.
Bir tarafta biraz asker ve tank, öbür tarafta diğerleri…
Ortaya bilyelerini diziyordu. Sonra savaştırıyordu onları.
Kendince bomba, silah ve insan sesleri çıkarıyordu.
Vurulan askerleri yere düşürüyordu…
Önünden sıra sıra tank ve askerler geçerken kurduğu düşün içinde oyuna dalmıştı. 
Tam o sırada bir asker ona ve sokakta bekleşenlere anlamadığı bir dilde bağırmaya başladı.
Boşta kalan eliyle öyle bir itti ki çocuk yerde buldu kendini. 
Dizi, kolu betona değince sıyrılmıştı, kanıyordu. Acı ve korku içinde doğrulmaya çalışırken, parmağıyla kanına dokundu, baktı kaldı. Oyunundaki askerlerden hiç kan akmıyordu halbuki, ölseler de sadece öyle yatıyorlardı yerde.
Sonra annesine gitmek istedi, yarasını göstermek…
Ağlamak istiyordu, sesini içine bastırdı.
Kargaşanın ortasında arandı kendini sarmalayacak kucağı…
 
Ağzında oradan oraya defne yaprağıyla barış taşımakta olan güvercin, bir su başında soluklanıp, bembeyaz kanatlarını boyayan kanları yıkarken “Yoruldum artık” diye dertlendi.
“Yoruldum savaşların içinde barışa simge olmaktan.”
“Şu güzelim mavilik, şu cennet dünyada barışın adı niçin kana bulanır durur bilmem ben. Aklım ermez bu insanın işine.”
“Ben sadece özgürlük der dururum, barışa doğru uçarım her daim.”
 
Gökyüzünden parlayıp, yeryüzünü ışığa boyayan güneş, gecenin bekçisi ay, aşağılara bakar durur da anlamazlar verdikleri aydınlığı karanlık ve kanla kaplamaya hevesli insanlığı…
Her gün yeniden, en taze halleriyle doğarken, “İşte bugün insanlar gülecek ve barışacak birbirleriyle” diye dilek tutarlar el ele.
 
Toprak, üstünde patlayan bombaları, göğü delip geçen çığlıkları, durmaksızın akan kanları gördükçe, biraz daha ufalanıyordu kendi kendine.
“Bu kaçıncı?” diyordu.
“Dünya kurulalı beri kaçıncı savaş? 
“Daha doymayacak mısın ey insan? Sen can yakmaya gelmedin ki bu yeryüzüne. 
Gülmek yakışır acı yerine o güzel yüzüne. Uğrunda savaştığın şey zaten alacak seni. Ne yaparsan yap, öldüğünde kendi bedenin kadar bir yerin var bu dünyada. Nedir bu hırs, bu acımasızlık?”
“Nedir bu alıp veremediğiniz birbirinizle?”
 
Bu satırların yazarı, yanı başında başlayan ve sürüp giden savaşın görüntülerini üzülerek izledi. Daha önce de ekranlardan türlü savaşlara şahit olmuştu. 
Kendisi de büyük bir Kurtuluş Savaşının içinden geçen ülkenin evladıydı. Çanakkale’de savaşıp gazi olmuş dedenin torunuydu.
Ekrandan ne kadarı doğru ve tam gösteriliyorsa artık, savaşın insanın içine acı salan yüzünü izliyordu. Çaresiz insanları, anaları, babaları, çoğu ne için savaştığını bilmeyen askerleri; düşen bombaların sesini, ışığını, kanlı, yaralı, ölmüş insan vücutlarını…
Göç yollarında sersefil kalanları, yersiz yurtsuz oraya buraya savrulanları…
Tüm bunları, bir parça daha toprak almak, para yığmak, hırs, ihtiras, acımasızlıkla tasarlayan, yöneten kirli yürekleri.
Yiten yaşamları, ülkeleri…
Işıltılı pırıl pırıl caddelerin, binaların, kül yığınlarına dönüşmesini izliyordu. 
“Elimden ne gelir acaba?” diye düşünüyordu bir yandan.
Ve yazmak istedi…
Kalem kılıçtan keskindir ümidiyle…
Bir gün sadece barışı yazacağı hayaliyle, oturup bu cümleleri kurdu…

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve rotayonhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.