Ramazan neydi?
Geldiğini nasıl anlardık?
Elimde tuttuğum nişastalı hamurdan açılan şu incecik yufkanın, şekerli ılık süt ve saf gül suyuyla buluşmasından oluşan tattı damaklarımızda.
“Güllü aş” tan “güllaç” a evrilirken ismi, gönlümüzde değişmeyen huzurdu Ramazan Ayı…
Oruç tutalım, tutmayalım, birlikte oturduğumuz iftar sofralarıydı.
Konu, komşu, eş, dost, akrabayı buluşturan sofralar…
Açların doyurulduğu.
Yetimlerin, düşkünlerin daha çok hatırlandığı.
Düşkünlerin yoklandığı…
Bir lokma ekmeğin, bir bardak suyun kıymetinin gözümüzde arttığı…
Uykulu kalktığımız sahurlarda büyüklerimizin omzumuza bıraktığı hırkanın sıcaklığıydı Ramazan…
Gecenin, gündüzün, saatlerin kıymetlendiği anlar…
Sadece açıkla ve susuzlukla değil, insanlığımızla temize çekildiğimiz…
Benlikten, bizliğe yol aldığımız.
Zengin iftar sofraları gelirse aklımıza bir yerlerde boşluk kalır Ramazan Ayının o renk cümbüşünde.
Sadece gün boyu aç ve susuz kalmaktan ibaret sayarsak orucu.
Ve eğlence ve ibadet.
Tam olur mu tadı, tuzu?
Bir yerlerde açlık varsa, zulüm varsa.
Yokluk ve savaş varsa.
Çocuklar aç gidiyorsa bu dünyadan.
Biz bu sınavın hangi cevabıyız?
Biz Ramazanın hangi safhasında?
Kaçıncı günündeyiz?
Sahi neydi Ramazan?
Eski tadı var mı yediğimiz pidelerin?
İçtiğimiz suyun?
İftarların, sahurların?
Hangi renkler eksildi gitti dünyamızdan?
Bir günlük orucu tutmak kolay da, giden değerleri tutabiliyor muyuz topraklarımızda?
Yaşatabilir miyiz, yaşayabilir miyiz eski Ramazanları?
İnstagram :@diletuna
Twitter: dile_tuna