Adı sanı bilinmemiş köylerden geçiyorum.
Gün yüzü değmemiş insan öyküleri topluyorum Mezopotamya’nın bereketli topraklarından.
Gönlü geniş Anadolu insanlarının sofralarında bağdaş kuruyorum birkaç gündür.
Kendi yaptıkları yoğurdu, peyniri paylaşıyorlar benimle.
Sevinçlerini, umutlarını, çaresizliklerini.
Yokluklarını.
Suyu, elektriği olmayan köylerden geçiyorum.
Kadın öyküleri topluyorum toprak damlı, duvarlı küçük gün ışığı sızan pencereleri evlerden.
Gözleri pırıl pırıl genç kızların ellerin tutuyorum.
Elleri toprak gibi kabuk bağlamış.
Kalem tutmalı bu eller oysa ki.
Kitap sayfası çevirmeli.
Bir yol olmalı tüm bunlara çare.
Bir parça umut bırakmak istiyorum sarılıp vedalaşırken.
“Her şey iyi olacak, düzelecek, merak etmeyin” diyebilmek.
İnsan öyküleri topluyorum adı unutulmuş köylerin yapılmamış tozlu yollarında giderken.
Sahici, bizden, bu topraklardan.
Anadolu’dan…
Oralarda çok köy var uzaklarda.
Bizim köylerimiz.
İnsanlarımız…
Küçücük pencereli, toprak damlı, duvarlı evler.
Işığı güneşten.
Geçimi hayvancılıktan.
Aşını hâlâ yaktığı ateşte pişiren,
Çamaşırını elde yıkayıp günde kurutan,
Çocuğu kendi kaderini görmesin isteyen kadınlarımız.
Oralarda bir yerlerde, görmediğimiz, duymadığımız çok köy var.
Sesi uzaklardan gelen bir türkü gibi, ağıt gibi Anadolu insanı.
Ta yüreğe işleyen ince sızı bu toprakların öyküsü…