Yolculuklar sırasında yollarda, tentelerin altında, yaz sıcağında el ürünlerini satmaya çalışan ablalar, nineler görüyoruz.
Çoğu çocuğunu, torununu okutuyor.
Geçimini sadece bu el işlerinden kazanıyor .
Evet pazarlık güzel gelebilir, biraz daha uygun almak isteyebiliriz ama zaten makul fiyatta ürünler bunlar.
Onları zorlamak, evlerine götürecekleri paradan kesmek güzel olmuyor.
Böyle sıkı pazarlıklara şahit oluyoruz çoğu kez.
Ses etmeden razı da oluyor çoğu.
Sanki böyle yapmasak daha iyi olacak.
Bu tatlı Yörük kadınlarıyla Manisa’da Sardes Antik kenti girişinde kesişti yollarımız.
İki küçük tezgâhın başında birbirlerine yârenlik ederek duruyorlar.
Magnetler, şapkalar, tülbentler, eski tülbent oyalarından kolyeler, küpeler…
Benim en çok onlar ilgimi çekiyor.
Tülbentler renk renk.
Oyalar ta annelerden, ninelerden kalma.
70-80 senelik.
Naslı güzel.
Sandık kokuyor.
Anadolu kokuyor, toprak kokuyor.
“İsimleri var oyaların” diyor Yörük anamız.
“Aa nedir, söyler misiniz?” Diye soruyorum.
Başlıyor saymaya:
Benim aldıklarımın ismi pek komik doğrusu:
Ecevit burnu, altın çiçek
Diğerlerini tülbentlerde tek tek göstererek anlatıyor:
Yedi dağ çiçeği, gelin tacı, tren yolu, doktor göbeği, salatalık oyası, sıçan dişi, lokum oyası, bir günlük oya, üç günlük oya…
Vaktimiz olsa daha da sayacak.
Tülbentler o kadar çok ve renkli.
Ablamızın hikâyeleri de.
Kolyelerimi takıp vedalaşıyorum.
“İzniniz var mı sizi anlatacağım” diyorum.
“Anlatabilirsin” diyorlar sakinlikle.
Bir Temmuz öğleninin yakıcı sıcağında Keriman ve Keziban hanımlar bir başlarına belki oraya birileri ziyarete gelir de tezgâhlarındaki el işlerinden alır diye bekliyorlar.
Çoğu kişi alanı gezer gezmez arabasına kendini zor atıyor sıcaktan.
Onlar sabırlı.
Bekliyorlar.
Nasiplerini.
Gün sonunda avuçlarında kalacak rızıklarını alıp evlerine gitmeyi, sevdikleriyle pay etmeyi bekliyorlar…
Dilek Tuna Memişoğlu
@diletuna