Bir kafe köşesinde, gözlerini kahve fincanının buğusuna dikmiş
düşüncelere dalan bir arkadaşımla oturuyorum.
Sessizliğin dili, kahvenin dumanıyla birlikte havada süzülüyor.
Kırılgan bir ip gibi sessizlik, iki insan arasında gerilmiş duruyor.
Ama o ipteki her düğümde bir cümle saklı;
konuşulmamış, yazılmamış ama hissedilmiş cümleler.
“Biliyor musun,” diyorum, kahve fincanını elime alırken, “yazdıkça susuyorum.
Kelimeler kağıda döküldüğünde, sanki içimdeki ses de o kağıda mühürleniyor.”
O da fincanını kaldırıyor, dudakları arasında bir gülümseme beliriyor.
“Ben de öyleyim,” diyor. “Sustum çünkü yazmaya başladım.
Yazmak, bazen kelimelerin arasında kaybolmak gibi.
Bir boşlukta yankılanan düşünceler…
Ve ne kadar yazarsam, o kadar derine iniyorum,
sessizlikten doğan seslere daha fazla kulak veriyorum.”
“Sessizlik,” diye mırıldanıyorum, “bazen en gürültülü konuşma.
İnsan kendi içindeki fırtınayı dinleyince, dış dünyanın sesleri bir anlığına kesilir.
Ama o sessizliğin içinde bile, yazmak bir bağırış olur.
Bir çığlık gibi, ama ince, narin bir çığlık.”
O an, dışarıda rüzgarın bir dalı eğdiğini fark ediyorum.
Belki de bu, yazmanın sessizce konuşma haliydi.
Rüzgarın ağacı eğmesi gibi, kelimeler de ruhumu eğiyor, büküyor, şekillendiriyor.
Ama bu sessiz bir şekillenme; gürültüsüz, ama etkili.
“Yazmak bir tür kaçış mı sence?
” diye soruyorum, düşüncelerimi toparlayarak.
“Kaçmak için mi yazıyoruz, yoksa saklanmak için mi susuyoruz?”
“Kaçış değil,” diyor arkadaşım, “belki de daha çok kendimize dönüş.
Yazarken, aslında kendi içimizdeki sessizliğe dokunuyoruz.
Her kelime, kendi içimize attığımız bir adım.
Ve sustukça, o adımların yankısı büyüyor, derinleşiyor.
Sonra bir bakmışız ki, kelimelerin arasında kaybolmuş değil, kendimizi bulmuşuz.”
Sözlerinin ağırlığına karşılık, bir an sessizlik çöküyor aramıza.
Ama bu sessizlik bile kelimelerle dolu.
Sanki her nefes alışımız, bir cümlenin devamı gibi.
“Yazmak,” diyorum, “sessizlikte yankılanan bir fısıltı belki de.
Ama o fısıltı, kalbin derinliklerinden gelen bir çığlığa dönüşüyor.
Ve işte, o zaman sustuğumuzda bile konuşmuş oluyoruz.”
Arkadaşım başını sallıyor, gözleri uzaklara dalmış.
“Yazdıkça sustuk,” diyor, “ve sustukça yazdık.
Belki de ikisi aynı şeydir.
Susmak da yazmak da, aslında içimizdeki aynı sessizliğe hizmet ediyor.”
Dışarıda rüzgar hafifliyor, yapraklar usulca yere düşüyor.
İkimiz de sessizce kahvelerimizi içmeye devam ediyoruz.
Ama o an biliyorum ki, bu sessizlik aslında en dolu anımız.
Çünkü yazmak gibi, sustukça da içimize doğru derinleşiyoruz.
Nimet Ünal Mızraklı
@nisanrain